Bir annenin sessiz gözyaşında, bir toplumun vicdanı saklıdır.
Şiddet, artık sadece bir eylem değil; bir dil, bir alışkanlık, bir tahammülsüzlük biçimi haline geldi.
Bir bakışta, bir tartışmada, bir kelimenin tonunda bile patlayan öfke, sokaklara, evlere, ekranlara kadar yayıldı.
Ve biz, bu öfkenin ortasında, adaletin sesini duymamaya başladık.
Adalet, bir zamanlar haksızlığa karşı duran son kale iken; şimdi, yıkılan vicdanların sessiz duvarları arasında yankılanan bir çığlığa dönüştü.
Her yeni şiddet haberi, bir yargı sürecinden çok, bir sessizlik sınavına dönüyor.
Çünkü biz, adaleti talep etmeyi değil, eksikliğine alışmayı öğrendik.
Bir genç kadın, sokak ortasında, herkesin gözleri önünde hayattan koparıldı.
Bir diğeri, sevgilisinin elinde can verdi, adalete sığındı ama geciken adalet onu koruyamadı.
İsimler değişiyor, ama acı hep aynı kalıyor:
adalet, bir türlü ete kemiğe bürünemiyor.
Her olayda toplum biraz daha susuyor, biraz daha alışıyor.
Bir kuşak, adaletin ne olduğuna değil, “kime yaradığına” bakarak büyüyor.
Ve insanın içindeki vicdan terazisi her defasında biraz daha bozuluyor.
Bir kız çocuğu, bir üniversite öğrencisi, bir umut…
Bir dönem umutla anılan Minguzi, artık bir annenin sessiz feryadında, toplumun yorgun vicdanında yankılanan bir isim.
Onun hikâyesi, sadece bir genç kadının hayatını değil, adalete olan inancımızın nasıl örselendiğini de anlatıyor.
Bir anne, her sabah evladının sesini duymadan güne başlıyor;
her akşam, “belki bugün bir şey değişir” umuduyla sessizce dua ediyor.
Ama değişmeyen tek şey, geciken adaletin soğukluğu.
Minguzi’nin davası, artık yalnızca bir hukuk mücadelesi değil;
bir annenin gözyaşında, bir toplumun sessizliğinde yankılanan bir çağrı.
O çağrı, “adalet nerede?” diye sormuyor artık
“vicdan nerede?” diye fısıldıyor.
Rojin Kabaiş, bir sabah kayboldu.
Günler sonra Van Gölü kıyısında bulundu; sessiz, ama milyonların yüreğine dokunan bir çığlık gibi.
Ölümü hâlâ karanlıkta, suya karışmış bir sır gibi.
Resmî rapor “boğulma” dedi; ama toplumun vicdanı “neden?” diye sormaktan vazgeçmedi.
Bu “neden” kelimesi, sadece Rojin’in değil, bütün bir ülkenin adaletle imtihanıdır.
Çünkü biz artık öfkeyi normalleştiren, sevgiyi zayıflatan, merhameti unutan bir çağdayız.
Gençler arasında şiddet bir virüs gibi yayılıyor.
Sokak ortasında eski kocaların, sevgililerin, hatta yabancıların elinde hayatlar sönüyor.
Ve her defasında “adalet” kelimesi bir kez daha aşınıyor.
Bu sadece bireysel bir çürüme değil, toplumsal bir çözülmedir.
Dini değerler, insanı kötülükten alıkoyan o içsel denge, ya bilinçli biçimde zayıflatıldı, ya da yanlış yorumlarla etkisizleştirildi.
İnanç, ahlakla bağını kaybetti; vicdan, korkuya yenildi.
Artık insanlar Allah korkusundan değil, ceza almaktan korkuyor.
Oysa adalet, yasadan önce yüreklerde başlardı.
Sosyolojik olarak baktığımızda da tablo aynı.
Ailede otorite rolleri tersine dönmüş durumda; öyle ki anne ve babalar rehber olmayı bıraktı, çocuklar yön veriyor.
Saygı, sevgiyle değil güçle ölçülüyor.
Okullar bilgi öğretiyor ama vicdan eğitmiyor.
Din anlatılıyor ama yaşanmıyor.
Ve toplum, “haklı olma” yarışında kaybediyor insani tarafını.
Psikolojik olaraksa insanlar yorgun, sabır eşikleri zayıf, empati yetileri tükenmiş.
Bir söz, bir bakış bile öfke patlamasına dönüşüyor.
İnsanlar artık düşünmeden cezalandırıyor, sorgulamadan hüküm veriyor.
Adalet, duyguların gölgesinde kalıyor.
Rojin’in hikâyesi bir kader değil, bir uyarıdır.
O gölde yalnızca bir genç kadın ölmedi;
adalete duyulan inanç da bir parça suya gömüldü.
Artık herkesin kendine şu soruyu sorması gerekiyor:
Biz adaleti neden yalnızca mahkeme kapılarında arıyoruz?
Vicdanlarımızda hüküm kuramadıktan sonra, hangi yasa bizi koruyabilir?
Gerçek adalet, kanunlarla değil, insanın içindeki dürüstlükle başlar.
Minguzi’yi unutmak kolay; ama ondan geriye kalan sessiz adalet çağrısını duymak erdem ister.
Belki de artık yeniden başlamanın zamanı:
Adaleti yeniden insanın kalbine taşımak, korkudan değil, inançtan doğan bir vicdanla.
Halkla İliişkiler ve Tanıtım Uzmanı
İletişimci ,Yazar
Feryal Kır





















